5 Ekim 2011 Çarşamba

Sen

Sana sessiz bakışlar yolladım

Sustum sen anlamadın

Ağladım sadece üzgünüm sandın

Üzüldüğüm inan kendim değilim

Sen ve senin varlığında kaybettiklerim

Belki de kaybetmeye devam edeceklerim

Nereye kadar sürer bilmiyorum

Ama ben her gün yeniden ölüyorum

Derdim kusursuz olmak değil asla

Ben önce insanım

Sonra kendim

Başkalarının mutsuzluğunda mutlu olamam

Ama yaşamaya devam edebilirim

Kendi mutsuzluğumda ise yok olurum

Ruhsuz olurum

Sessiz olurum

Ve seninle bile sensiz olurum...

N.A.P.

15 Eylül 2011 Perşembe

Unutmuşuz

Bir Eylül sabahı
Güneşli bir sonbahardayız
Anlamak istiyoruz
Kararsız kalıyoruz
Sonra fark ediyoruz ki;
Tek isteğimiz herkesin sevgiyle dolması...
Oluyor mu?
Zor
Olamaz mı?
Belki...
Öfke, kin, nefret, kıskançlık, hırslarımız öylesine sarmış ki ruhumuzu
Bir bakmışız ki;
Kim olduğumuzu,
Neden yaşadığımızı,
Ne için savaştığımızı,
Kimleri sevdiğimizi
Unutmuşuz...

N.A.P.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Dülger Balığının Ölümü

 
dülger balığının ölümü

Dülger Balığının Ölümü

Sait Faik Abasıyanık

Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmağa değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?
Mümkün olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ü şeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki, büzülmüş böceklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim, size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle parıltılı, yanar döner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz.
Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim?
Rum balıkçıların hrisopsaros -Hristos balığı- dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel, Akdeniz'de dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, Beni İsrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; koparır atar; çeker, parçalarmış. Akdeniz'in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, belâdan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş.
İsa, günlerden bir gün, deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. "Ne oluyorsunuz?" diye sorunca balıkçılara; "Aman" demişler balıkçılar, "elâman! Elâman bu canavardan! Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız."
İsa, yalınayak, başı kabak, dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş...
O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, destereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı.
Bütün bu alat ü edavatın dört yanını, şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmiştir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır.
Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kimbilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya, sesini! Bir o, bir de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir dülger balığının.
Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki; yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamandı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları titreyip duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez iç rüzgârının oyunuydu. Vücutta, görünüşte hiç bir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamışcasına.
Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken, deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte böyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu. Ancak, balığın ölmek üzere olduğu düşünülürse, bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama insan, yine de bu anlam'a almamağa çalışıyordu. Belki de bu, harikulâde tatlı bir ölümdür. Belki de balık, hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sanıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Denizin dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta, dişi yumurtaları, üstte erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor, sallanıyordu. Vücudunu bir şehvet anı sarmıştır... Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmağa, rengini atmağa, hem de beyaz kesilmeğe giden bir hal almağa başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeğe, dikkatli bakmağa lüzum kalmadan, yanılmadığımı anladım.
Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmağa, balık da, git gide, saniyeden saniyeye pek belli bir halde beyazlaşmağa başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu, hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.
Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek... Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak... Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti:
Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık şu hava dediğimiz gaz suya alışmağa çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa, alışması mümkündür gibime geldi.
Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum.
Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa'nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.
Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir fırsatı kaçırmayacağız.
 
Sait Faik Abasıyanık, Dülger Balığının Ölümü.

24 Temmuz 2011 Pazar

Kim Üzebilir ki Seni Senden Başka?

Gidene kal demeyeceksin,

Gidene kal demek zavallılara,

Kalana git demek terbiyesizlere,

Dönmeyene dön demek acizlere,

Hak edene git demek asillere yakışır.

Kimseye hak etmediğinden fazla değer verme,

Yoksa değersiz olan hep sen olursun.

Düşün;

Kim üzebilir seni senden başka?

Kim doldurabilir içindeki boşluğu? Sen istemezsen...

Kim mutlu edebilir seni? Sen hazır değilsen?

Kim yıkar, kim yıpratır? Sen izin vermezsen...

Her şey sende başlar, sende biter,

Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme...

Tükettirme içindeki yaşam sevgisini!

Ya çare sizsiniz ya da çaresizsiniz...

Öyle bir hayat yaşadım ki cenneti de gördüm cehennemi de,

Öyle bir aşk yaşadım ki, tutkuyu da gördüm pes etmeyi de.

Bazıları seyrederken hayatı en önden,

Kendime bir sahnede buldum; oynadım...

Öyle bir rol vermişler ki okudum, okudum anlamadım.

Kendi kendime konuştum bazen evimde,

Hem kızdım hem güldüm halime.

Sonra dedim ki; söz ver kendine!

Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin,

Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin,

Uçmayı biliyorsan düsmeyi de bileceksin,

Korkarak yaşıyorsan yalnızca hayati seyredersin...

Öyle bir hayat yaşadım ki son yolculukları erken tanıdım.

Öyle çok değerliymiş ki zaman, hep acele etmem bundan anladım...

F.Nietzsche

Yaşam Kaynağım...

Onu anlatmak için kelimeler yetmez, adını bile duymak mutluluk verir bana; seni çok ama anlatamayacağım kadar çok seviyorum kızım...Şu kısacık yaşamınla beni aydınlattın, büyüttün, geliştirdin, öğrettin, vazgeçilemeyecek tek sevgnin senin sevgin olduğunu öğrettin...

Hep böyle, hep mutlu kal benim yaşam ışığım...



17 Temmuz 2011 Pazar

Yeşil Yol


Yoruldum, patron.
Yollarda yağmurdaki bir serçe kadar yalnız olmaktan yoruldum.
Yanımda hiç arkadaş olmamasından bıktım. Nereye gideceğimizi, nereden geldiğimizi söyleyecek biri..
İnsanların birbirine kötü davranmasından bıktım.
Her gün dünyada hissettiğim ve duyduğum acılardan bıktım.
Çok fazla var, sanki her an için kafama cam parçaları batıyor.
Anlıyor musun ? ( YEŞİL YOL )

15 Temmuz 2011 Cuma

...

Bir başlık yazamadım, ne yazsam bilemedim...Keşke çocuk kalsaydım, keşke insanların ne kadar kötü olduğunu anlayamadığım zamanlardaki kadar mutlu kalsaydım...

Şimdi gerçekleri biliyorum, insanların içini görüyorum ve çok mutsuzum, umutsuzum...

19 Haziran 2011 Pazar

Üç Şey...



Hayatımızda olması gereken üç şey..
Hayatta bir kere gidip asla geri dönülmeyecek üç şey:
Zaman, sözcükler ve fırsattır.

Hayatta hiçbir zaman kaybedilmemesi gereken üç şey:
Barış, umut ve dürüstlüktür.

Hayatta en değerli üç şey:
Sevgi, kendine güven ve arkadaşlardır.

Hayatta hiç emin olunamayacak üç şey:
Düşler, başarı ve zenginliktir.

Hayatta insanı geliştiren üç şey:
Çok çalışma, samimiyet ve başarıdır.

Hayatta insanı mahveden üç şey:
Cesaretsizlik, gurur ve öfkedir...

17 Haziran 2011 Cuma

Özgürlüğün Lezzeti




Sonsuza kadar mutlu olamazsın, aksi takdirde mutluluk tüm anlamını yitirecektir.

Sonsuza kadar ahenk içerisinde kalamazsın, aksi takdirde ahengin farkında olamayacaksın. Ahengi tekrar tekrar uyumsuzluk takip etmek zorundadır ve mutluluğu tekrar tekrar mutsuzluk takip etmek zorundadır. Her zevkin kendi acısı vardır ve her acının kendi ...zevki vardır. Kişi bu ikiliği anlamadığı sürece gereksiz bir ıstırabın içerisinde kalır.


Tüm ıstırabı ve tüm kendinden geçiren zevkleriyle bütünü kabul et. İmkansız olanı isteme; sadece kendinden geçirecek zevklerin olmasını ve hiç ıstırap olmamasını arzulama. Kendinden geçirici zevkler tek başına var olmaz, onların kontrasta ihtiyacı vardır. Istırap karatahta haline gelir, o zaman zevk çok netleşir ve parlar.


Tıpkı gecenin karanlığında yıldızların çok parlak olması gibi. Gece ne kadar karanlıksa yıldızlar da o kadar parlaktır. Gündüz vakti onlar ortadan kalkmaz, sadece görünmez olurlar; onları hiç kontrast olmadığı için göremezsin.

Ölümün olmadığı bir hayatı düşün; dayanılmaz bir acı olurdu, dayanılmaz bir varoluş olurdu. Ölüm olmadan yaşamak mümkün olmazdı; yaşamı ölüm tanımlar, ona bir çeşit yoğunluk verir. Yaşam azalmaya devam ettiği için her an değerli hale gelir.



Hayat sonsuz olsa kim umursardı? Kişi yarını sonsuza dek bekleyebilirdi; o zaman kim şimdi ve burada yaşardı? Yarın, ölüm orada olduğundan, seni şimdi burada yaşamaya zorluyor. şimdiki anın içine dalmak zorundasın, onun en derinine gitmek zorundasın; çünkü kim bilir? Gelecek an gelebilir de gelmeyebilir de.



Bu ritmi gören birisi rahatlar, her ikisiyle de rahattır. Mutsuzluk geldiğinde kişi, onu aynı oyundaki ortaklardan birisi olduğunu bilerek buyur eder.

Bu devamlı olarak hatırlanması gerekli olan bir şeydir. şayet bu sende temel bir anımsama olarak yer ederse, hayatın tamamıyla yepyeni bir lezzet kazanacak; özgürlüğün lezzeti, takılıp kalmamanın lezzeti, bağlı olmamanın lezzeti. Her ne gelirse gelsin sen hareketsiz, sessiz, kabul eder halde kalırsın. Ve, acıyı, hüsranı ve ıstırabı sessiz ve kıpırdamadan kabul etmeye muktedir olan kişi, ıstırabın bizzat kendisinin tüm niteliğini dönüştürür. Onun için ıstırap da bir hazine haline gelir; onun için acı bile netlik sağlar.



Onun için karanlığın bile kendi güzelliği, derinliği, sonsuzluğu vardır. Onun için ölüm bile son değil, sadece bilinmeyen bir şeyin başlangıcıdır.

OSHO



16 Haziran 2011 Perşembe

Kusursuz Düzen


 
Evren kusursuz bir düzene sahiptir;

Yıldızlar, ay ve güneş ilahi bir düzene göre işlemektedirler. Belli bir düzenleri, belli bir ritimler ve belli bir amaçları var. Ben de evrenin bir parçasıyım ve hayatımın belli bir düzeni, bir ritmi ve bir amacı olduğunu biliyorum. Zaman zaman hayatım bir kaosun içindeymiş gibi görünebilir ama kaosu...n ortasında bile derinlerde bir yerde ilahi bir düzen olduğunu biliyorum. Zihnimi bir düzene koyduğum zaman almam gereken dersleri alıyorum, kaos bir anda bitiyor ve tekrar düzene kavuşuyorum. Hayatımın ilahi düzenle mükemmel bir uyuma sahip olduğunu biliyorum. Hayatımın her alanında her şey yolunda.

Louise L.Hay

Affetmek

Affetmeye hazırım;

Eleştiri, korku, suçluluk, pişmanlık ve utanç duygusunu üzerimden attığım zaman özgür olduğumu hissediyorum. Bu sayede kendimi ve diğer insanları affedebilirim. Bu hepimizi özgür kılacaktır. Eski meseleleri kapatmaya hazırım. Geçmişte yaşamayı ...reddediyorum artık. Bu yükü uzun zamandır sırtımda taşıdığım için kendimi affediyorum. Kendimi ve başkalarını sevmeyi bilmediğim için kendimi affediyorum. Her insan kendi davranışlarından sorumludur ve hayatta ne ekerse onu onu biçerler. Bu nedenle kimseyi cezalandırmama gerek yok. Ben de dahil olmak üzere hepimiz kendi bilinçlerimizin yasaları altında yaşıyoruz. Kendi adıma kin tutan yönümü bir kenara bırakıyorum ve sevgiyi kucaklıyorum. Ve şimdi iyileşiyorum.

Louise L.Hay

6 Haziran 2011 Pazartesi

Deniz





Henüz ergenlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı kırk gün, kırk gece bir şey yemez, her türlü istekten kesilirdim. Günlerce, gecelerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bu durumu gören zavallı babam kayglanmaya başlamıştı.

"Oğlum deli değilsin ama halin bir tuhaf, senin bu davranışlarından hiçbir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak?" diye bana çıkıştı.

Ona şu cevabı verdim:
"Baba, bizim ilişkimiz şu hikayedeki misale benziyor. Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyla birlikte bir de kaz yumurtası koymuşlar. Vakit erişmiş, civcivler çıkmış, biraz palazlanınca analarını ardına düşerek göl kenarına inmişler. Öteki civcivler eşelenirken, kaz ymurtasından çıkan yavru hemen kendini suya atmış, bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum boğulacak diyerek çırpınmaya başlamış. Halbuki kaz yavrusu, neşe çinde suda yüzmekteymiş. İşte seninle ben de böyleyiz. Ey babacığım, ben yüzebileceğim bir deniz arıyorum. Benim yurdum işte o denizdir, halim de denizsiz yapamayan deniz kuşunun halidir. Eğer sen benim gibiysen gel birlikte yüzelim ama değilsen sen git kümes hayvanlarına karış."

29 Mayıs 2011 Pazar

Koşulsuz Sevgi





Belki de Hooponopono Yöntemi'ni uygulamalıyız; 4 ana cümleyi kullanmayı yaşamımızın temeline oturtmalıyız;

Seni Seviyorum
Teşekkür ederim
Özür dilerim
Ben affet

Sürekli Değişim


Her zaman yapılan yanlış nedir, bilir misin? Yaşamın değişmez olduğunu sanmak, trenin ray değiştirmeden sonsuza kadar gideceğini düşünmektir. Oysa kaderin hayal gücü bizimkinden daha renklidir.

Susanna Tamaro

Yaşamın Gerçeği

Bazen arkasına dönüp bakması gerekir insanın; nerden geldiğini unutmaması için...
Şems Tebrizi.
Unutma; ciddiye al ama kapılma. Dalga geç ama kırma.
Sahir ol bu hayatta, asla ait olma !
Paul Asuter.
İnsan ancak yüreğiyle gerçekten görebilir; temel olan şeyler göze görünmez
Exupery.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Mayıs Ayı


Artık yazmalıyım; paylaşıldıkça artar mutluluklar, sevinçler, azalır dertler, kapanır yaralar...
Mayıs ayı ne kadar güzel bir aydır; yazın müjdecisi, sımsıcak, güneşli, rengarenk...Mayıs ayında gelmişim dünyaya, belki onun için benim için biraz daha ayrıcalıklı bu ay...